Yasak Aşkın Gölgesinde Bir Büyüme Hikayesi
(İHA) - İhlas Haber Ajansı |
18.05.2018 - 11:25, Güncelleme:
30.06.2021 - 18:34
Yasak Aşkın Gölgesinde Bir Büyüme Hikayesi
1986 yılında, Umberto Eco’nun karanlık çağlarda Sherlock Holmes gibi oynadığı çok dilli başyapıtı “Gülün Adı” uyarlamasıyla dikkatleri üzerine çeken yönetmen Jean-Jacques Annaud imzalı 1992 yapımı The Lover, her bir karesi muazzam bir sinematografi deneyimi yaşatan sansasyonel bir hikâye. Yumuşak çekirdekli bir porno film olarak nitelendirilen The Lover için, edebi değeri ve sinematik hak sahibi olmasından yola çıkarak ‘erotik bir proje’ demek daha doğru olur sanki. Tabii, asıl hikâyenin sinema uyarlamasında ve hatta romanında anlatıldığı kadar ‘çekici’ olmama ihtimaline karşı duyduğum endişenin de altını çizmek isterim.
Sinema dünyasında adını senaryosunu kaleme aldığı Hiroshima mon amour (1959) ile duyuran Modern Fransız edebiyatının en üretken isimlerinden Marguerite Duras’ın çok satan ve yarı-otobiyografik romanından uyarlanan The Lover, kendisi henüz 15 yaşındayken tanıştığı 27 yaşındaki Çinli bir adamla yaşadığı tutku dolu ilişkiye göz kırpıyor. Arka planında hikâyenin geçtiği dönemde Fransız kolonisi olan Güney Vietnam’ın açık bir portresini izlediğimiz filmde; sömürge toplumunun değer yargıları, ırklar arası sürtüşme, sorunlu aile ilişkileri, para ve statü gibi dinamiklerin yanı sıra yasaklarla ve benliğiyle boğuştuğu hâlde bedeni ve yaşamı üzerinde hakimiyet hakkını kimseye vermeyen genç bir kızın büyüme hikâyesi anlatılıyor.
Fransız Bir Kız, Çinli Bir Adamla Yaşadığı Tutku Dolu Yasak Aşk ve Sömürge Günleri
Kolsuz bir çuvalı andıran elbisesi, fötr şapkası ve annesinin görüş alanından çıktığı an sürdüğü kırmızı rujuyla dikkat çeken taşralı bir kız, Saigon’da yatılı okuduğu okula gitmek için Mekong nehrinden geçen bir arabalı vapura biner. Kusursuz kıyafetleri, özel şoförü ve lüks arabasıyla Paris’ten dönen Çinli bir adam da aynı vapurdadır. Ve o ilk karşılaşma… Adam, vapurun demirlerine yaslanmış genç kızın yanına yaklaşarak ona tabasından bir sigara uzatır. Bu ilk etkileşimde bize yansıtılan detay, adamın heyecandan ellerinin titriyor olmasıdır. İki karakter için de bir kırılma anının ve uyanışın ifadesi olan bu sahne, sonrasında arabada gerçekleşecek ve bana kalırsa filmde yer alan tüm erotik sahnelerden daha çok cinsel gerilim barındıran o “ilk temas”a atılan bir adım sadece. Hem sinematografik anlamda hem de hikâyeye olan katkısı bağlamında doyurucu bir seyirlik sunan bu ilk temas anında sadece karakterlerin ellerinin birbirine kavuşmasını izliyoruz aslında. Ama bu sahnenin iki karakter arasındaki enerjinin çok güçlü bir yansıması olduğunu belirtmem gerek.
Adamın kendinden yaşça küçük Fransız kızı yaşadıkları gettoda sıradanlaşmış bir garsoniyere götürmesiyle birlikte şekillenmeye devam eden hikâyede, kızın içinde yaşadığı hayatın kabuklarını kırarcasına cesur adımlar atması ikisi arasındaki tutku dolu ilişkiyi başlatır. Her fırsatta buluşup yasak aşklarını yaşadıkları bu garsoniyer onları, ilişkilerini dışlayan toplumdan izole eder. Tabii ki bir yere kadar… Karakterlerimiz her seferinde bu odaya girip tutkuyla sevişirken dışarıda bir hayatın aktığını ve o hayatın içinde bu ilişkiye yer olmadığını sıklıkla fark ederiz. Ama film, diğer ihtimali de hep diri tutar. Adamın, kızın ailesiyle tanıştığı ve kızın “fahişe” olarak konumlandığı her bir durumda ya da kızın ısrarla dile getirdiği her ırkçı yaklaşımda adamın aklında beliren o ihtimalin varlığıyla yüzleşiriz hep. Hikâyenin geri kalanını detaylarıyla anlatmak yerine bende bıraktığı izlenim üzerine durmak istiyorum. Gerçek bir sevgi ne kadar tatmin edici bir fedakarlık barındırmalı? Fedakarlık ne kadar bir bencillikle sürdürülebilir? Yüzleşme, uzun süren bir bencilliğin fedakarlığa dönüşemediği bir kırılma anı mıdır? Bedenin, tüm hücreleriyle kalbini paramparça etmiş birini arzularken onsuz bir hayata devam etmek, yaşamın neresinde durur? İşte tüm bu sorularla baş başa kaldığımız bir film The Lover.
Tüm bu sorgulamaları ve çıkarımları yapmamın nedeni ise, karakterlerin oynadıkları performansı oldukça gerçekçi yaşamaları. Jane March, Duras’ın gençlik fotoğraflarıyla stilize edilmiş karakterini oynarken, cinselliğe karşı soğukkanlı yaklaşımı ve hatta şaşırtan klinik merakıyla dikkat çekiyor. O zamanlar genç bir model olan March’ın yaşını aşan bir profesyonellikle sergilediği performansını tamamlayan ise Hong Konglu aktör Tony Leung. Karakterler arasında yaşanan cinsel gerilimin ve karmaşık duygularla yüklü bu hikâyenin her bir anını başarılı bir şekilde aktaran ikilinin kimyası ise görülmeye değer. Sanki tüm o gerilimi Jane ve Tony olarak oracıkta yaşıyor gibiler. Erotizmin temel ögelerinden beslenen ve birçok çatışmayı içinde barındıran diyaloglar aksini söylerken bir anda ikisi arasında yaşananın romantik bir yanı olabilir mi sorusu aklınızı kurcalayabiliyor.
Karakterlerin adlandırılmadığı ve hatta bütünüyle rastgele sıralanmış fotoğraf kolajlarından ve iç monologlardan oluşan romanın parça-bütün ilişkisine özellikle parantez açmakta fayda var. Bu çok satan romanın aynı zamanda çevirmenliğini yapan Tahsin Yücel’in ifadesiyle parçaların her biri bir “yarım kalmışlığın” ifadesi. Ve onları ancak birkaç adım geriye gidip tamamlanmış bir puzzle’a bakar gibi görebilirsek bir bütün olarak yakalayabiliyoruz. İçinde bulunduğu ruh hâlini, duygu durumunu anlık esinlenmeler ve zaman zaman sert ve keskin geçişlerle aktaran Duras’ın eksilti sanatının usta bir kalemi olduğunu belirten Yücel’in bu ifadeleri bizi The Lover’ı anlamaya bir adım daha yaklaştırıyor. Kaldı ki yazarın, gençliğin güzelliğine duyduğu özlemi her bir satırında hissedebildiğimiz bu romanı, yaşadıklarını seneler sonra “hatırlayarak” yazdığını unutmayalım.
O duyguları tekrar hissetme arzusuyla yanıp tutuşan Duras’ın sarhoş eden satırlarını seslendiren Jeanne Moreao’nun güçlü sesi ve filmin müzikleri ise hikâyenin önemli birer tamamlayıcı unsuru. Özellikle filmin sonunda piyanistin çalmakta olduğu Frederic Chopin’in “Waltz in B Minor, op. 69, no. 2” eseri de arzunun gücünde her şeyin akıp gittiğine dair düşüncelerle bizi baş başa bırakmaya yetiyor. Nihayetinde sesli bir kitap dinliyormuşuz gibi hissettiren The Lover, kabul etmeyi ısrarla reddettiğimiz gerçekler ve kendimize söylediğimiz yalanlarla sürdürdüğümüz hayatlarımızda etkili bir izlenim bırakıyor.
ÖZGE YAĞMUR
1986 yılında, Umberto Eco’nun karanlık çağlarda Sherlock Holmes gibi oynadığı çok dilli başyapıtı “Gülün Adı” uyarlamasıyla dikkatleri üzerine çeken yönetmen Jean-Jacques Annaud imzalı 1992 yapımı The Lover, her bir karesi muazzam bir sinematografi deneyimi yaşatan sansasyonel bir hikâye. Yumuşak çekirdekli bir porno film olarak nitelendirilen The Lover için, edebi değeri ve sinematik hak sahibi olmasından yola çıkarak ‘erotik bir proje’ demek daha doğru olur sanki. Tabii, asıl hikâyenin sinema uyarlamasında ve hatta romanında anlatıldığı kadar ‘çekici’ olmama ihtimaline karşı duyduğum endişenin de altını çizmek isterim.
Sinema dünyasında adını senaryosunu kaleme aldığı Hiroshima mon amour (1959) ile duyuran Modern Fransız edebiyatının en üretken isimlerinden Marguerite Duras’ın çok satan ve yarı-otobiyografik romanından uyarlanan The Lover, kendisi henüz 15 yaşındayken tanıştığı 27 yaşındaki Çinli bir adamla yaşadığı tutku dolu ilişkiye göz kırpıyor. Arka planında hikâyenin geçtiği dönemde Fransız kolonisi olan Güney Vietnam’ın açık bir portresini izlediğimiz filmde; sömürge toplumunun değer yargıları, ırklar arası sürtüşme, sorunlu aile ilişkileri, para ve statü gibi dinamiklerin yanı sıra yasaklarla ve benliğiyle boğuştuğu hâlde bedeni ve yaşamı üzerinde hakimiyet hakkını kimseye vermeyen genç bir kızın büyüme hikâyesi anlatılıyor.
Fransız Bir Kız, Çinli Bir Adamla Yaşadığı Tutku Dolu Yasak Aşk ve Sömürge Günleri
Kolsuz bir çuvalı andıran elbisesi, fötr şapkası ve annesinin görüş alanından çıktığı an sürdüğü kırmızı rujuyla dikkat çeken taşralı bir kız, Saigon’da yatılı okuduğu okula gitmek için Mekong nehrinden geçen bir arabalı vapura biner. Kusursuz kıyafetleri, özel şoförü ve lüks arabasıyla Paris’ten dönen Çinli bir adam da aynı vapurdadır. Ve o ilk karşılaşma… Adam, vapurun demirlerine yaslanmış genç kızın yanına yaklaşarak ona tabasından bir sigara uzatır. Bu ilk etkileşimde bize yansıtılan detay, adamın heyecandan ellerinin titriyor olmasıdır. İki karakter için de bir kırılma anının ve uyanışın ifadesi olan bu sahne, sonrasında arabada gerçekleşecek ve bana kalırsa filmde yer alan tüm erotik sahnelerden daha çok cinsel gerilim barındıran o “ilk temas”a atılan bir adım sadece. Hem sinematografik anlamda hem de hikâyeye olan katkısı bağlamında doyurucu bir seyirlik sunan bu ilk temas anında sadece karakterlerin ellerinin birbirine kavuşmasını izliyoruz aslında. Ama bu sahnenin iki karakter arasındaki enerjinin çok güçlü bir yansıması olduğunu belirtmem gerek.
Adamın kendinden yaşça küçük Fransız kızı yaşadıkları gettoda sıradanlaşmış bir garsoniyere götürmesiyle birlikte şekillenmeye devam eden hikâyede, kızın içinde yaşadığı hayatın kabuklarını kırarcasına cesur adımlar atması ikisi arasındaki tutku dolu ilişkiyi başlatır. Her fırsatta buluşup yasak aşklarını yaşadıkları bu garsoniyer onları, ilişkilerini dışlayan toplumdan izole eder. Tabii ki bir yere kadar… Karakterlerimiz her seferinde bu odaya girip tutkuyla sevişirken dışarıda bir hayatın aktığını ve o hayatın içinde bu ilişkiye yer olmadığını sıklıkla fark ederiz. Ama film, diğer ihtimali de hep diri tutar. Adamın, kızın ailesiyle tanıştığı ve kızın “fahişe” olarak konumlandığı her bir durumda ya da kızın ısrarla dile getirdiği her ırkçı yaklaşımda adamın aklında beliren o ihtimalin varlığıyla yüzleşiriz hep. Hikâyenin geri kalanını detaylarıyla anlatmak yerine bende bıraktığı izlenim üzerine durmak istiyorum. Gerçek bir sevgi ne kadar tatmin edici bir fedakarlık barındırmalı? Fedakarlık ne kadar bir bencillikle sürdürülebilir? Yüzleşme, uzun süren bir bencilliğin fedakarlığa dönüşemediği bir kırılma anı mıdır? Bedenin, tüm hücreleriyle kalbini paramparça etmiş birini arzularken onsuz bir hayata devam etmek, yaşamın neresinde durur? İşte tüm bu sorularla baş başa kaldığımız bir film The Lover.
Tüm bu sorgulamaları ve çıkarımları yapmamın nedeni ise, karakterlerin oynadıkları performansı oldukça gerçekçi yaşamaları. Jane March, Duras’ın gençlik fotoğraflarıyla stilize edilmiş karakterini oynarken, cinselliğe karşı soğukkanlı yaklaşımı ve hatta şaşırtan klinik merakıyla dikkat çekiyor. O zamanlar genç bir model olan March’ın yaşını aşan bir profesyonellikle sergilediği performansını tamamlayan ise Hong Konglu aktör Tony Leung. Karakterler arasında yaşanan cinsel gerilimin ve karmaşık duygularla yüklü bu hikâyenin her bir anını başarılı bir şekilde aktaran ikilinin kimyası ise görülmeye değer. Sanki tüm o gerilimi Jane ve Tony olarak oracıkta yaşıyor gibiler. Erotizmin temel ögelerinden beslenen ve birçok çatışmayı içinde barındıran diyaloglar aksini söylerken bir anda ikisi arasında yaşananın romantik bir yanı olabilir mi sorusu aklınızı kurcalayabiliyor.
Karakterlerin adlandırılmadığı ve hatta bütünüyle rastgele sıralanmış fotoğraf kolajlarından ve iç monologlardan oluşan romanın parça-bütün ilişkisine özellikle parantez açmakta fayda var. Bu çok satan romanın aynı zamanda çevirmenliğini yapan Tahsin Yücel’in ifadesiyle parçaların her biri bir “yarım kalmışlığın” ifadesi. Ve onları ancak birkaç adım geriye gidip tamamlanmış bir puzzle’a bakar gibi görebilirsek bir bütün olarak yakalayabiliyoruz. İçinde bulunduğu ruh hâlini, duygu durumunu anlık esinlenmeler ve zaman zaman sert ve keskin geçişlerle aktaran Duras’ın eksilti sanatının usta bir kalemi olduğunu belirten Yücel’in bu ifadeleri bizi The Lover’ı anlamaya bir adım daha yaklaştırıyor. Kaldı ki yazarın, gençliğin güzelliğine duyduğu özlemi her bir satırında hissedebildiğimiz bu romanı, yaşadıklarını seneler sonra “hatırlayarak” yazdığını unutmayalım.
O duyguları tekrar hissetme arzusuyla yanıp tutuşan Duras’ın sarhoş eden satırlarını seslendiren Jeanne Moreao’nun güçlü sesi ve filmin müzikleri ise hikâyenin önemli birer tamamlayıcı unsuru. Özellikle filmin sonunda piyanistin çalmakta olduğu Frederic Chopin’in “Waltz in B Minor, op. 69, no. 2” eseri de arzunun gücünde her şeyin akıp gittiğine dair düşüncelerle bizi baş başa bırakmaya yetiyor. Nihayetinde sesli bir kitap dinliyormuşuz gibi hissettiren The Lover, kabul etmeyi ısrarla reddettiğimiz gerçekler ve kendimize söylediğimiz yalanlarla sürdürdüğümüz hayatlarımızda etkili bir izlenim bırakıyor.
ÖZGE YAĞMUR
Habere ifade bırak !
Bu habere hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.