Kadın, kadın olmak…
Ne kadar zor bir meziyettir herhalde, öyle değil mi? Dünyada olduğu kadar Türk toplumunda da bir o kadar zor ve meşakkatli bir cinsiyet…
O kadar zordur kadın olmak…
Evet, dünyada zordur ama Türkiye’de bir başka zorluğu vardır kadın olmanın…
Kadın, Türk toplumunun tarihsel birikimi içerisinde o kadar zor, sancılı dönemler geçirmiş ki Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün de takdirlerine mazhar olmuştur…
Mustafa Kemal der ki:
“Dünyada hiçbir milletin kadını, ‘Ben, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar gayret gösterdim’ diyemez.”
Mustafa Kemal, dünyadaki birçok demokratik ülkeden çok daha önce kadına, seçme seçilme hakkını vererek toplum içinde çeşitli roller biçmiştir.
Kadın, 1930 yılında belediye seçimlerine katılma hakkı; 1934 yılında da tam anlamıyla siyasal haklara kavuşmuştur…
Tarihte özellikle Köy Enstitüleri ile birlikte kadın, biraz daha güçlenip kimlik kazanmış, toplumdaki yeri bir nebze olsa etkisini artırmıştır; ancak sosyal yaşam içerisinde bu etkinliğin artığından bahsetmek oldukça zordur!..
Uçkur meselesi
Bugün toplumun geniş kesimine baktığınızda kimi yerlerde erkek “İslam, 4 kadına imkan veriyor, İslam’da bu var!” diyerek yapmış olduğu dini nikahlı evlilikleri masumlaştırabiliyor. İslam’ın, savaş durumlarında eşini kaybeden kadınlara bir zeval gelmemesi, onların korunup kollanması açısından bu evliliklere izin verdiğini düşünmeden erkek; beynini, sadece uçkuruyla bir görerek düşünebiliyor! Tabi bu da toplum içerisinde erkeğin (ona göre) “İslam’ın ‘kuma’ya izin verdiği” düşüncesini hakim kılabiliyor.
Bu arada dinde var olan savaş durumunda “korumak, kollamak” adına birden fazla kadınla evlenip cinsel münasebete girmek gerekli midir? Yani evlenmeden kadın korunup kollanamaz mı? Bu da ayrı bir konudur!..
Aslına bakılırsa erkeğin dünyevi zevkleri, toplumun taşlarını da yerinden oynatmaktadır.
Eşlerden, kadın hayatını kaybetse erkek evlenebilir, toplum tarafından ayıplanmaz; kadının böyle bir durumunda ise kadın, şaşırmıştır.
Erkek aldatırsa onun yeri kürkçü dükkanı, kadın aldatırsa yeri önce Teşvikiye Camii sonra Zincirlikuyu olur!
Eve geç geldiğinde saatleri sayamayan Mehmet, “iş toplantısındaydım” ya da “Ahmet ile bir tek attık, fazla uzatma!” olur; Ayşe “15 dakika yan komşudan geç gelir” yanağı pişirilir, tabiri caizse “Ayşe kadın fasulye” olur.
Erkek, kız arkadaşı ile el ele gezerse annesi tarafından “aslan” olmak ile mükafatlandırılır; kız, erkek arkadaşı ile dolaştığında (kibarca) “saçı uzun aklı kısa” olur.
Genç kızın eve giriş saati akşam ezanıdır; erkeğin ise akşam ezanında nerede, ne yaptığı belli değildir.
Annesi, erkeğe; “Sen erkeksin, erkek yemek yapar mı; bulaşık, çamaşır yıkar mı?” der. Tuhaflığa bakın ki kızı evlendiğinde “Hayat müşterek değil mi? Bırak da biraz kocan yapsın!” olur.
Erkek ile kadın arasındaki ilişkiyi bölgeselleştirmemek, yöreselleştirmemek gerekir. Erkek, yine erkek; kadın, yine kadındır. Batı veya Doğu olarak ayırmamak gerekir; olay aynıdır sadece kavramlar farklıdır!..
Batı’da Selma komşusuyla kaçıp kocası tarafından öldürüldüğünde adı “aşk cinayeti” olur; Doğu’da, Rojin bunu yapıp öldürüldüğünde ise adı “töre cinayeti” olur.
Bu anlamda kadını, meta olarak görmekten çıkarmak toplumun temel hedefi olmalı ve bu durum toplumun tüm katmanlarına yayılmalıdır!..