İzin günüm. Evde pijamalarımla oturup kitap sayfaları arasında kendi hikayemi arıyor, boşalan kahve kupaları arasında kendimi kaybediyorum.
Sonra bir mesaj...
Telefonumun çalmasına pek alışık olmadığım için titreme sesine irkiliyorum önce. Sonra uzun süre aklımdan çıkmayacak olan o üç kelimeyi okuyorum.
"Korkma, ben varım" yazıyor mesajda.
Önce anlamıyorum. Bir daha okuyorum, bir daha, bir daha... Gönderen numara kayıtlı değil telefonumda, demek ki tanımıyorum. "Kim olabilir?" sorusu beynimi kemiriyor dakikalarca. O dakikalar günlere yayılacak, henüz bilmiyorum.
Aklımdan bir sürü senaryo geçiyor. Tabii umutsuz bir romantik olduğumdan aklıma ilk gelen Kaş'taki Çocuk oluyor. Ama daha geçtiğimiz haftalarda onun asla umurunda olmadığımı, kalbinin başkasına ait olduğunu en acımasız şekilde öğrenmiştim. "O olamaz" diyorum kendi kendime, "Nereden bulsun benim telefonumu? Hadi buldu diyelim, neden böyle bir şey yazsın?" Ama kendime bile yalan söyleyemiyorum.
Çünkü sonunda işkenceyi uzatan o umut galip geliyor. Çünkü umut her gün tekrarlanan bir intihar biçimi. Her günün sonunda kendini öldürdüğün ve her sabah hayata yeniden kaldığın yerden devam ettiğin bir intihar. Ben de yine kendimi öldürüyor, mesaj atanın Kaş'taki Çocuk olduğuna iyiden iyiye inanmaya başlıyorum. Aradan 45 dakika geçip kendimi hala telefon ekranına bakar halde bulduğum anda dayanamayıp "Kimsiniz?" yazıyorum.
Cevap yok. Yarım saat geçiyor, bir saat, koca bir akşamüstü ve hayatımın tüm akşamlarından daha karanlık olan upuzun bir akşam... Cevap yok.
Mesaj gelmeyen telefonumun ekranına bakarak uyuyakalıyorum.
Bir fincan kahvenin dökülmesiyle başlayan kelebek etkisi
Ertesi gün... Mesaim öğlen başlıyor. Hala aklımda dün gelen o esrarengiz mesaj var. Evden çıkıp kafeye gitmeden önce kendimi cesaretlendirip dün deneyip deneyip vazgeçtiğim şeyi yapıyorum. Bana mesaj atan numarayı arıyorum.
Uzun uzun çalıyor. Kimse açmıyor.
Yine hayatın bana tatsız bir şaka yaptığından, beni umutlandırıp yeniden yüzüstü bıraktığından emin olup karanlık hayatıma geri dönüyorum. Belki kirli pasta tabakları, yarısı içilip bırakılmış kahve bardakları bana yine her şeyi unutturabilir. Bir kalbim olduğunu herkes gibi ben de unutabilirim böylece.
Kafede her şey normal ilerliyor. Ama elimde olmadan sürekli telefonumu kontrol ediyor, sürekli o üç kelimeyi düşünüyorum. Bu yüzden az önce içeri girip bir masaya oturan ve yüzlerindeki gülümsemeden dünyanın en mutlu evliliğini yaşadığını düşündüğüm çifte sipariş ettikleri kahveleri götürdüğümde küçük bir krize sebep oluyorum. Küçük dediğime bakmayın, dakikalar sonra bu hatam onların hayatını alt üst edecek, onları en az benimki kadar karanlık bir hayata sürükleyecek.
"Çok çok özür dilerim" diyorum baştan aşağı tüm pantolonuna kahve döktüğüm adama. "Elim çarptı, istemeden oldu. Hemen sileyim, iz kalmasın" diyorum.
Ben tezgaha bez almaya koşacakken adam beni durduruyor. "Dur, dur" diyor, "Sorun değil, ben lavaboda şimdi temizlerim."
Yüzünde hala kocaman bir gülümseme var. Bu beni rahatlatıyor. Kadına bakıyorum. O da gülümsüyor. Bugün onların keyfini hiçbir şey kaçıramaz gibi bir halleri var. Mutlular. Çok mutlular.
Adam lavaboya gittiğinde ben de tezgahtan aldığım bezle masayı temizliyorum. O sırada hiç beklenmeyen bir şey oluyor ve adamın masada bıraktığı telefonu hiç susmayacakmışcasına çalmaya başlıyor.
Kadın önce ekrana bile bakmamakta direniyor. Ama o kadar inatla çalıyor ki telefon sonunda eline alıyor. "Aa bunu açmamız lazım" diye kendi kendine telkinlerde bulunuyor ve açıyor.
Ama kadının ağzından bir kelime bile çıkmadan telefonu 5 saniye içinde kapıyor. Donup kalıyor. O gözlerindeki mutluluk ışıltısı yok artık. Onun yerine büyük bir boşluk, büyük bir donukluk, büyük bir karanlık var. Önce doluyor gözleri, ardından gözlerinden alevler fışkırıyor. Yüz ifadesi hiç değişmiyor ama. Kadın gözleriyle yaşıyor acısını, kederini, kızgınlığını.
Korkuyorum.
Ardından kocasının telefonunu masaya bırakıyor ve aniden masadan kalkıyor. Birkaç adım atıp kafenin kapısına ulaştığında ise sendeliyor. Düşmemek için en yakınındaki sandalyeye tutunuyor.
Hemen koşuyorum yardımına. "Hanımefendi, iyi misiniz? Gelin oturun biraz, su getiriyim size" diyorum.
"Yok, yok" diyor çenesi birbirine çarpa çarpa, "Gitmem lazım, benim hemen buradan gitmem lazım" diyor.
"Eşinize haber vereyim" diyorum. Kadın o anda kolumu tüm gücüyle kavrıyor, "Sakın" diyor, "Sakın ona bir şey söyleme" diyerek artık kendini bırakıp ağlamaya başlıyor.
"Sizden ricam beni bir taksiye bindirebilir misiniz?" diyor hıçkırıkları arasında.
Anne olacağını öğrendiği gün, hayatının en mutlu günü olduğunu düşündüğü gün kocası tarafından aldatıldığını öğrenen bir kadın...
Ona sokağın başına kadar eşlik ediyorum. Taksi beklerken ağlaması hiç susmuyor. Beni bilirsiniz, böyle şeylere hiç dayanamam. "İyi olduğunuza emin misiniz? Kötü bir haber mi aldınız telefonda?" diyorum yine merakıma yenilerek.
"Kötü haber mi? Daha kötüsü olamazdı. Asla açmamalıydım o telefonu, asla. Ama nereden bilebilirdim ki? Ekranda kocamın, Serkan'ın müdürünün ismi yazıyordu: Kübra Hanım! Kocam bugün işten izin alıp beni doktora götürdüğü için ve doktorda işimiz beklediğimizden uzun sürdüğü için müdürünün ona kızmasını istememiştim oysa ki sadece. Açıp durumu anlatırım dedim. 'Kübra Hanım, biz bugün biraz müjdeli bir haber aldık da, bir bebeğimiz oluyor!' derim, o da bizi tebrik eder, Serkan'ın gecikmesine kızmaz, biz de hayatımıza kaldığımız yerden mutlu mesut devam ederiz dedim. Ama bunların hiçbiri olmadı.
Aksine telefonu açar açmaz, ben daha ağzımı bile açmadan Kübra Hanım, bizim evimize de girip çıkan, evli, bir kız çocuğu annesi olan Kübra Hanım, 'Hala o aptal karından kurtulamadın mı? Hadi aşkım seni her zamanki yerde bekliyorum' dedi. Bana... Az önce bir bebeği olacağını öğrenen, sonunda anne olacağını öğrenen, kocasına delicesine aşık olan bana bunları dedi. Kocam beni o kadınla aldatıyormuş. İnanabiliyor musun? Aslında yavaş yavaş şimdi oturuyor hepsi kafamda... O uzun mesailer, iş yemekleri, şehir dışına yapılan, otellerde konaklanılan iş seyahatleri... Kadın haklı, aptalım ben, aptal!"
Anne olacağını öğrendiği gün, hayatının en mutlu günü olduğunu düşündüğü gün kocası tarafından aldatıldığını öğrenen kadına bakıyorum uzun uzun. Aldatılmanın verdiği hissi çok yakından biliyorum çünkü. Kendini daha değersiz, daha önemsiz, daha yalnız hissettiğin başka bir an daha olamaz hayatında. Kalbinle gururun aynı anda kırılır ve bu iki yükü aynı anda taşımak çok zordur. Sevdiğin adamın seni değil, başkasını sevdiğini bilmek ve onu sana tercih
ettiğini bilmek yüreğini yakar, kavurur, paramparça eder.
Ben daha kadını teselli edemeden bir taksi duruyor önümüzde ve kadın gözlerini silerek taksiye doğru koşuyor. Bana sadece "Beni sorarsa gittiğimi söyle, başka bir şeyden bahsetme olur mu?" diyor, sonra biraz duraksıyor, yeniden bana dönerek "Bu arada çok teşekkür ederim, o kahveyi dökerek hayatımı kurtardın" diyor ve taksiye atlayarak hızlıca uzaklaşıyor.
Kafeye dönüyorum. Adam lavabodan çıkmış, sağına soluna bakınıyor. Beni görünce hemen yanıma koşuyor. "Cansu nerede? Karımı gördünüz mü?" diyor. "Gitti" diyorum. Adam yüzüme uzun uzun bakıyor. Kendimi tutamıyor, "Sanırım sonsuza kadar gitti" diyorum.
Adam afallıyor. Masaya bir tomar para bırakıp kafeyi terk ediyor.
Kahve dökmemle başlayan kelebek etkisi bir evliliğin gözümün önünde parçalanmasıyla son buluyor.
***
Akşam kafeyi kapatana kadar aklımdan bugün yaşanan olayı çıkaramıyorum. Cansu Hanım'ın hala kor gibi yanan kalbini hissedebiliyorum, onun acısını kendi acım gibi yaşıyorum.
Bir yandan da aklımda dün gelen mesaj var. O üç kelime aklımdan çıkmıyor. Tüm bunlar aklımı bulandırıyor, mideme kramplar sokuyor, tenime iğne iğne batıyor.
Kafeden en geç çıkan ben oluyorum. Kafenin kapısını kitlerken bir anda sağ tarafımda bir gölge hissediyorum. Ürperiyorum.
Karanlığın içinden bir ses;
"Korkma" diyor.
"Korkuyorum" diyorum.
"Ben varım" diyor.
Nefesi deniz kokuyor.