2018’in En İyi 10 Filmi!

DİZİ - FİLM 30.12.2018 - 14:35, Güncelleme: 30.06.2021 - 18:34
 

2018’in En İyi 10 Filmi!

2018, Netflix ve Cannes arasında yaşanan gerilimin sinema sektörü adına bambaşka noktalara taşındığı bir yıl oldu. Özellikle Alfonso Cuarón’un Roma’sı dünya çapında ses getirerek Netflix’in bu çekişme içerisinde elinde güçlü bir koz bulundurmasının önünü açtı.

10. Under the Silver Lake 2014 yapımı It Follows’la korku janrına modern bir klasik armağan eden yönetmen David Robert Mitchell, Cannes’da Altın Palmiye için yarışan son filmi Under the Silver Lake’te, türler arasından dolaşan, ya da türler üstü bir anlatıya girişiyor. Filmin iskeletinde belirli bir olay örgüsü, karakter motivasyonu gibi temel unsurlar bulunuyor, ama yönetmen bunları yapmak istediği şeye hizmet etmek adına kullanıyor; klasik bir anlatı sineması örneği üretmek yerine popüler kültürün etraflı bir röntgenini çekiyor. Sinema, müzik, çizgiromanlar… Mitchell, popüler kültürü var eden hemen her şeyin bir harmanını yapıyor. Bunun altında yatan motivasyon, popüler kültürün bireyleri ve kitleleri nasıl hipnotize ettiğine dair laflar söyleyip birilerinin ipliklerini pazara çıkarmaktan ziyade, popüler kültürün üretimleriyle hayatlarımızı nasıl şekillendirdiğine dair bir oyun oynamak belki de. Hitchcock başyapıtı Rear Window’un ana karakteri gibi evinden çevresini seyreden genç bir adamın, kaybolan komşusunun peşine düşmesiyle tetiklenen bu yolculuk; popüler kültürün, kültür üretiminin ve sonuçlarının içinden kaçamayacağımız ve bu sebeple içinde kaybolmaktan zevk aldığımız labirentinin içinde beyhude bir gezintiye dönüşüyor. Ve söyleyebiliriz ki, her gezintinin sonunda varılması gereken mutlak bir hedef olmak zorunda değil. 9. Cold War “İki kalp, dört göz gece gündüz ağlıyordu.” Bu dize Dwa serduszka’nın ilk dizesi. Paweł Pawlikowski’nin son filmi Cold War, Dwa serduszka’yı esas şarkısı yaparak yolunu çizmeye başlıyor. Tüm bu sözler ve iki aşığın hikâyesi bu yüzden anlamlı. Bir taraftan İkinci Dünya Savaşı’nın kısa bir süre sonrasını, Soğuk Savaş’ın etkilerini bir taraftan da birbirlerine olan sınırlarını her adımda daha fazla belli eden iki sevgilinin hikâyesini adım adım takip ettiğimiz film, Pawlikowski’nin kendi üslubunca biçimlenen ve anlamı çoğaltan kadrajlarıyla karşımıza geliyor. 1949 yılında Polonya’da açılan film, 1960’ların başına uzanan bir arayış hikâyesi sunuyor. Filmin merkezindeki Zula ve Wiktor’un aşkı bir imkânsızlık ya da bir kavuşamama durumundan bağımsız olarak iki kişinin birbirine uzandığı noktada aradaki mesafenin nasıl yorumlandığıyla ilgili bir durum sunuyor bizlere. Bu yorum bir arada olmanın gerekliliğine dair de açık kapı bırakıyor, Dwa serduszka’nın hangi dil ve hangi tarzda duygusunu ortaya çıkaracağına dair de… Paweł Pawlikowski Cold War’da 1950’lerin siyasi atmosferine Zula ve Wiktor’un tutkuları ışığında bakarken, dönemin ruhunu da şarkıların notaları arasına gizleyip kamerasını beslemeyi başarıyor. 8. The Tale Daha çok belgeselleriyle tanınan Jennifer Fox’un yönettiği ve senaryosunu kaleme aldığı, otobiyografik ögeler taşıyan kurmaca filmi The Tale, bu yılın en sarsıcı filmlerinden biri olarak tanımlanabilir. Yönetmenin kendi başından geçen bir istismar hikâyesini perdeye aktardığı The Tale, zihnimizin ne tür oyunlar oynayarak travmalarımızın üzerini örtebildiğini anlatmak adına görsel bir biçimde en doğru işleyecek yolu bulmuş. Küçük yaşlarda istismara uğrayan karakterin, günümüzden geçmişine baktığında kendisini daha büyük hatırlaması ve bu sebeple yaşadığı durumlardan duyduğu rahatsızlığın dozajının azaltılması zihnin, kendini savunma mekanizması aslında. Jennifer Fox da kendisiyle aynı adı taşıyan karakteri aracılığıyla bu savunma mekanizmasının sınırlarının içine girerek rahatsız edici bir keşfe çıkıyor. 7. Madeline’s Madeline 17 yaşına henüz basmış bir genç kızın büyüme hikâyesini anlatan, ama öyle bildiğiniz büyüme hikâyelerine hiç mi hiç benzemeyen anlatısı ve estetik biçimiyle sarsıcı olduğu kadar bittiğinde salondan derin bir huzur duygusu ve kalp çarpıntısıyla çıkmanıza da olanak tanıyan, sıra dışı nitelendirmesini sonuna dek hak eden bir yapım Madeline’s Madeline. Yönetmen Josephine Decker; karakterine odaklanan yakın planlar ve estetik anlamda bozulmuş, karmaşık ve puslu görüntüler tercih ederek Madeline’i çevresinden ve mekandan yalıtırken bizleri de onun zihninin derinliklerindeki psikolojik bir yolcuğa çıkarıyor. Decker ve özellikle senaryoyu birlikte ele aldıkları ekip öylesine etkileyici bir hikâye geliştiriyor ki; Madeline’s Madeline’ı mucizevi kılan şey, bu anlatıya eklemlenen sinematografik tercihlerin hikâye ile yüksek doz uyumu ve Helena Howard’ın olağanüstü Madeline performansı oluyor. 6. The Favourite 18. yüzyıl İngiltere’sinde geçen ve Kraliçe Anne’e yaranmaya çalışan iki kadının gerçek hikâyesinden esinlenen The Favourite, tüm mizansen ögeleri ile en az Kubrick’in Barry Lyndon’u kadar tarihsel gerçekliğe uygun, iyi çalışılmış bir kostüm draması aslında. Bir dönem filminin, tarihsel gerçeklikle bağını koparmadan hâlâ bir Lanthimos filmi olabilmesi ise elbette ironik. Lanthimos tüm bilinmezlikleri ve skandallarıyla “kapalı kapılar ardındaki” bu dünyayı eğip bükerek, groteskleştirerek ve çirkinleştirerek tarihe ve iktidara dair pek çok şey söylüyor. The Favourite’ın hem iktidarı, hem suçu, hem de acıyı paylaşan karakterleri tam da bu nedenle Lanthimos’un diğer filmlerindeki mitik ve açıklanamayan acımasızlıktan, ifadesizlikten ve hissizlikten muzdarip değiller. Hepsinin karakter motivasyonlarının belirtilmesi, geçmiş travmalarının işin içine dahil olması, eylemlerinin arkasındaki koşulların altının çizilmesi bundan. Lanthimos, iktidar arzusunun sınıfsal konumdan, toplumsal cinsiyetten bağımsız olan, “hayatta kalma” güdüsüyle iç içe geçtiği o tehlikeli alana dokunurken absürtlüğünden, çarpıklığından ve groteskliğinden de ödün vermiyor. 5. Transit Anna Seghers’in sürgünde yazdığı romanından beyazperdeye uyarlanan Transit; geçmişin mültecileri ile bugünün mültecilerini aynı düzlemde kesiştirip onları birbirleriyle tanıştırarak; geçmiş, şimdi ve geleceği birbiri içinde eriterek tüm karakterlerini ve onların hikâyelerini sonsuza uzayan bir transit hat üzerinde birleştiriyor. Avrupa’dan Orta Doğu’ya, Afrika’dan Amerika’ya bir zamanlar mülteci statüsünde bulunan her bireyin ayrı ayrı hikâyesini adım adım birbiri içine geçirerek hayatları kesiştiren Petzold kamerasıyla, adeta hem insanlık tarihi hem de direkt tarih olgusu üzerine çok katmanlı bir incelemeye girişiyor. Petzold, Transit’in anlatısında öne çıkan tren rayları, alabildiğine uzayan köprü korkulukları ve tekrarlanıp duran yollar gibi film diline büyük anlamlar katan metaforları bile kör göze parmak olmaktan tümüyle uzak bir naiflikte konumlandırmayı başarıyor. 4. Phantom Thread Reynolds Woodcock, 1950’ler Londra’sında kendi adından bolca söz ettiren, leydilerden prenseslere üst tabakanın en görkemli kıyafetlerini tasarlayan bir modacıdır. Ablası Cyril ile mesafeli fakat abla-kardeş, yönetmen-yapımcı, yaratıcı-yönetici gibi farklı ikiliklerle belirlenmiş girift, anlaşılması dışarıdan güç, fakat uzun süreli iktidar mücadeleleri ile dengeye oturmuş bir ilişkileri vardır. Woodcock, bir gün Alma ile tanışır. Alma da, diğerlerinden farklı değildir. Woodcock’un üretici-iktidarına olduğu kadar, Cyril’in perde arkası gücüne de boyun eğmesi beklenir. Fakat, Alma’nın gelişi Cyril ile Woodcock arasındaki ince dengeyi bozduğu gibi, Woodcock’un insan ilişkilerine hastalıklı bakışını da yerle yeksan edecektir. Paul Thomas Anderson’ın son filmi Phantom Thread, kendine has bir dil yaratmayı başarabilmiş bir yönetmenin, pek de alışkın olmadığımız bir hikâyeyi kendi özgünlüğü içinde anlattığı bir başyapıt. Aşkın tüm diğer yanları gibi karanlık yanlarının da evrensel olduğunu (farklı derecelerde de olsa) bize hatırlatan bir film. 3. Burning “Bunun yetenekle ilgisi yok. Mesele kendini elinde bir mandalina olduğuna inandırmak değil, mandalinanın olmadığını unutmak.” Lee Chang-dong’un sekiz yıl aradan sonra çektiği yeni filmi Burning’in başlarında filmin merkezinden üç karakterden biri pandomimden bahsederken bu ifadeleri kullanıyor. Bu ifadeler üzerinden düşünürsek; genel itibarıyla sinema, sürekli orada olana odaklanan, olmayanı da anlatısı içinde var etmeye, izleyiciyi göstermek istediğinin mevcut olduğuna inandırmak üzerine bir sanatken, Lee Chang-dong seyircisini orada olmayanın yokluğunu unutma fikrinin peşinden bir serüvene sürüklüyor. Bunu yaparken sinemanın da, yazma eyleminin de potansiyellerinden de kusursuz bir şekilde faydalanarak  – hem de bu kavramlar üzerine kafa yorarak – sadece son yılların değil, tüm zamanların en özgün sinema anlatılarından birine imza atıyor. 2. Roma Bizden bambaşka bir coğrafyada bambaşka bir hayat yaşayan bir insanın kişisel anıları, her birimizin hatırlayışlarına nasıl dokunabilir, sorusunun cevabı Alfonso Cuarón’un Roma adlı filminde saklı. Ancak bu cevap arayıp bulabileceğiniz bir kelimeler bütünü değil, hislerin karmaşıklığında gizli, şüphesiz. Harflerin yetmeyeceği anlamlar barındırıyor Roma. Tıpkı hayatınızda spesifik bir dönemde dinlemiş olduğunuz şarkıyla yeniden karşılaştığınızda içinizde oluşan tuhaf hüznün ve heyecanın yarattığı bütünlüğün iki saatlik bir filme dönüşmesi gibi. Cuarón aslında en temelde boşanma aşamasında olan üst sınıf bir çiftin evinde yaşayan bir hizmetçinin hayatına giren bir erkekten hamile kalmasıyla baş etmeye çalıştığı problemleri konu alıyor. Ancak Roma sadece konunun açıklandığı bu cümleden o kadar fazlasını içeriyor ki, küçücük bir hikâyeye dair inanılmaz kapsayıcı bir bakış sunuyor. Bu bakışın içerisinde kaybolmak mümkün elbette ancak kaybolduğunuz her yerde daha da kıymetli detaylarla karşılaşabiliyor olmak Roma’nın en büyük başarısı. 1. You Were Never Really Here Fragmanı yayınlandığından beri Taxi Driver ile birlikte anılan, Joaquin Phoenix’in karakteriyle bütünleştiği ve unutulmaz bir performansa imza attığı You Were Never Really Here, Afganistan ya da Irak ihtimalleri üzerinden fikir yürütebileceğimiz bir savaş gazisi olan Joe’nun travmatik çocukluğundan bugününe dek zihnine kazınan görüntülerin rahatsız edici dansının orta yerinde, hayata karşı hayatta kalmaya çalışmasını konu ediyor. Annesiyle farklı bir bağı olan, kendi çocukluğunu, kaçırılarak seks işçiliği yaptırılan senatörün kızını kurtarmak üzerinden onayabilecek gibi görünen Joe’nun gerçek ve zihnin karmaşası arasındaki yolculuğu; anomik bir karakterin, renkler, kurgu ve müzik aracılığıyla hissiyatı yoğunlaştırılan şiddetin anatomisini resmetmesinin fiziksel bir hâline dönüşüyor. Lineer yapıyı şiddetli darbelerle baltalayarak bambaşka bir dünya ortaya koymayı başaran kurgusunun yanı sıra, Jonny Greenwood’un filmin anlatı yapısına ve dinamiğine birebir oturan karakterin iç dünyasına dokunan müzikleriyle çok yönlü bir doyum sağlayan You Were Never Really Here Lynne Ramsay’in ürettikçe büyüyen ve büyüdükçe sarsan bir deha olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.  
2018, Netflix ve Cannes arasında yaşanan gerilimin sinema sektörü adına bambaşka noktalara taşındığı bir yıl oldu. Özellikle Alfonso Cuarón’un Roma’sı dünya çapında ses getirerek Netflix’in bu çekişme içerisinde elinde güçlü bir koz bulundurmasının önünü açtı.

10. Under the Silver Lake
2014 yapımı It Follows’la korku janrına modern bir klasik armağan eden yönetmen David Robert Mitchell, Cannes’da Altın Palmiye için yarışan son filmi Under the Silver Lake’te, türler arasından dolaşan, ya da türler üstü bir anlatıya girişiyor. Filmin iskeletinde belirli bir olay örgüsü, karakter motivasyonu gibi temel unsurlar bulunuyor, ama yönetmen bunları yapmak istediği şeye hizmet etmek adına kullanıyor; klasik bir anlatı sineması örneği üretmek yerine popüler kültürün etraflı bir röntgenini çekiyor. Sinema, müzik, çizgiromanlar… Mitchell, popüler kültürü var eden hemen her şeyin bir harmanını yapıyor. Bunun altında yatan motivasyon, popüler kültürün bireyleri ve kitleleri nasıl hipnotize ettiğine dair laflar söyleyip birilerinin ipliklerini pazara çıkarmaktan ziyade, popüler kültürün üretimleriyle hayatlarımızı nasıl şekillendirdiğine dair bir oyun oynamak belki de. Hitchcock başyapıtı Rear Window’un ana karakteri gibi evinden çevresini seyreden genç bir adamın, kaybolan komşusunun peşine düşmesiyle tetiklenen bu yolculuk; popüler kültürün, kültür üretiminin ve sonuçlarının içinden kaçamayacağımız ve bu sebeple içinde kaybolmaktan zevk aldığımız labirentinin içinde beyhude bir gezintiye dönüşüyor. Ve söyleyebiliriz ki, her gezintinin sonunda varılması gereken mutlak bir hedef olmak zorunda değil.
9. Cold War
“İki kalp, dört göz gece gündüz ağlıyordu.” Bu dize Dwa serduszka’nın ilk dizesi. Paweł Pawlikowski’nin son filmi Cold War, Dwa serduszka’yı esas şarkısı yaparak yolunu çizmeye başlıyor. Tüm bu sözler ve iki aşığın hikâyesi bu yüzden anlamlı. Bir taraftan İkinci Dünya Savaşı’nın kısa bir süre sonrasını, Soğuk Savaş’ın etkilerini bir taraftan da birbirlerine olan sınırlarını her adımda daha fazla belli eden iki sevgilinin hikâyesini adım adım takip ettiğimiz film, Pawlikowski’nin kendi üslubunca biçimlenen ve anlamı çoğaltan kadrajlarıyla karşımıza geliyor. 1949 yılında Polonya’da açılan film, 1960’ların başına uzanan bir arayış hikâyesi sunuyor. Filmin merkezindeki Zula ve Wiktor’un aşkı bir imkânsızlık ya da bir kavuşamama durumundan bağımsız olarak iki kişinin birbirine uzandığı noktada aradaki mesafenin nasıl yorumlandığıyla ilgili bir durum sunuyor bizlere. Bu yorum bir arada olmanın gerekliliğine dair de açık kapı bırakıyor, Dwa serduszka’nın hangi dil ve hangi tarzda duygusunu ortaya çıkaracağına dair de… Paweł Pawlikowski Cold War’da 1950’lerin siyasi atmosferine Zula ve Wiktor’un tutkuları ışığında bakarken, dönemin ruhunu da şarkıların notaları arasına gizleyip kamerasını beslemeyi başarıyor.
8. The Tale
Daha çok belgeselleriyle tanınan Jennifer Fox’un yönettiği ve senaryosunu kaleme aldığı, otobiyografik ögeler taşıyan kurmaca filmi The Tale, bu yılın en sarsıcı filmlerinden biri olarak tanımlanabilir. Yönetmenin kendi başından geçen bir istismar hikâyesini perdeye aktardığı The Tale, zihnimizin ne tür oyunlar oynayarak travmalarımızın üzerini örtebildiğini anlatmak adına görsel bir biçimde en doğru işleyecek yolu bulmuş. Küçük yaşlarda istismara uğrayan karakterin, günümüzden geçmişine baktığında kendisini daha büyük hatırlaması ve bu sebeple yaşadığı durumlardan duyduğu rahatsızlığın dozajının azaltılması zihnin, kendini savunma mekanizması aslında. Jennifer Fox da kendisiyle aynı adı taşıyan karakteri aracılığıyla bu savunma mekanizmasının sınırlarının içine girerek rahatsız edici bir keşfe çıkıyor.
7. Madeline’s Madeline
17 yaşına henüz basmış bir genç kızın büyüme hikâyesini anlatan, ama öyle bildiğiniz büyüme hikâyelerine hiç mi hiç benzemeyen anlatısı ve estetik biçimiyle sarsıcı olduğu kadar bittiğinde salondan derin bir huzur duygusu ve kalp çarpıntısıyla çıkmanıza da olanak tanıyan, sıra dışı nitelendirmesini sonuna dek hak eden bir yapım Madeline’s Madeline. Yönetmen Josephine Decker; karakterine odaklanan yakın planlar ve estetik anlamda bozulmuş, karmaşık ve puslu görüntüler tercih ederek Madeline’i çevresinden ve mekandan yalıtırken bizleri de onun zihninin derinliklerindeki psikolojik bir yolcuğa çıkarıyor. Decker ve özellikle senaryoyu birlikte ele aldıkları ekip öylesine etkileyici bir hikâye geliştiriyor ki; Madeline’s Madeline’ı mucizevi kılan şey, bu anlatıya eklemlenen sinematografik tercihlerin hikâye ile yüksek doz uyumu ve Helena Howard’ın olağanüstü Madeline performansı oluyor.
6. The Favourite
18. yüzyıl İngiltere’sinde geçen ve Kraliçe Anne’e yaranmaya çalışan iki kadının gerçek hikâyesinden esinlenen The Favourite, tüm mizansen ögeleri ile en az Kubrick’in Barry Lyndon’u kadar tarihsel gerçekliğe uygun, iyi çalışılmış bir kostüm draması aslında. Bir dönem filminin, tarihsel gerçeklikle bağını koparmadan hâlâ bir Lanthimos filmi olabilmesi ise elbette ironik. Lanthimos tüm bilinmezlikleri ve skandallarıyla “kapalı kapılar ardındaki” bu dünyayı eğip bükerek, groteskleştirerek ve çirkinleştirerek tarihe ve iktidara dair pek çok şey söylüyor. The Favourite’ın hem iktidarı, hem suçu, hem de acıyı paylaşan karakterleri tam da bu nedenle Lanthimos’un diğer filmlerindeki mitik ve açıklanamayan acımasızlıktan, ifadesizlikten ve hissizlikten muzdarip değiller. Hepsinin karakter motivasyonlarının belirtilmesi, geçmiş travmalarının işin içine dahil olması, eylemlerinin arkasındaki koşulların altının çizilmesi bundan. Lanthimos, iktidar arzusunun sınıfsal konumdan, toplumsal cinsiyetten bağımsız olan, “hayatta kalma” güdüsüyle iç içe geçtiği o tehlikeli alana dokunurken absürtlüğünden, çarpıklığından ve groteskliğinden de ödün vermiyor.
5. Transit
Anna Seghers’in sürgünde yazdığı romanından beyazperdeye uyarlanan Transit; geçmişin mültecileri ile bugünün mültecilerini aynı düzlemde kesiştirip onları birbirleriyle tanıştırarak; geçmiş, şimdi ve geleceği birbiri içinde eriterek tüm karakterlerini ve onların hikâyelerini sonsuza uzayan bir transit hat üzerinde birleştiriyor. Avrupa’dan Orta Doğu’ya, Afrika’dan Amerika’ya bir zamanlar mülteci statüsünde bulunan her bireyin ayrı ayrı hikâyesini adım adım birbiri içine geçirerek hayatları kesiştiren Petzold kamerasıyla, adeta hem insanlık tarihi hem de direkt tarih olgusu üzerine çok katmanlı bir incelemeye girişiyor. Petzold, Transit’in anlatısında öne çıkan tren rayları, alabildiğine uzayan köprü korkulukları ve tekrarlanıp duran yollar gibi film diline büyük anlamlar katan metaforları bile kör göze parmak olmaktan tümüyle uzak bir naiflikte konumlandırmayı başarıyor.
4. Phantom Thread
Reynolds Woodcock, 1950’ler Londra’sında kendi adından bolca söz ettiren, leydilerden prenseslere üst tabakanın en görkemli kıyafetlerini tasarlayan bir modacıdır. Ablası Cyril ile mesafeli fakat abla-kardeş, yönetmen-yapımcı, yaratıcı-yönetici gibi farklı ikiliklerle belirlenmiş girift, anlaşılması dışarıdan güç, fakat uzun süreli iktidar mücadeleleri ile dengeye oturmuş bir ilişkileri vardır. Woodcock, bir gün Alma ile tanışır. Alma da, diğerlerinden farklı değildir. Woodcock’un üretici-iktidarına olduğu kadar, Cyril’in perde arkası gücüne de boyun eğmesi beklenir. Fakat, Alma’nın gelişi Cyril ile Woodcock arasındaki ince dengeyi bozduğu gibi, Woodcock’un insan ilişkilerine hastalıklı bakışını da yerle yeksan edecektir. Paul Thomas Anderson’ın son filmi Phantom Thread, kendine has bir dil yaratmayı başarabilmiş bir yönetmenin, pek de alışkın olmadığımız bir hikâyeyi kendi özgünlüğü içinde anlattığı bir başyapıt. Aşkın tüm diğer yanları gibi karanlık yanlarının da evrensel olduğunu (farklı derecelerde de olsa) bize hatırlatan bir film.
3. Burning
“Bunun yetenekle ilgisi yok. Mesele kendini elinde bir mandalina olduğuna inandırmak değil, mandalinanın olmadığını unutmak.” Lee Chang-dong’un sekiz yıl aradan sonra çektiği yeni filmi Burning’in başlarında filmin merkezinden üç karakterden biri pandomimden bahsederken bu ifadeleri kullanıyor. Bu ifadeler üzerinden düşünürsek; genel itibarıyla sinema, sürekli orada olana odaklanan, olmayanı da anlatısı içinde var etmeye, izleyiciyi göstermek istediğinin mevcut olduğuna inandırmak üzerine bir sanatken, Lee Chang-dong seyircisini orada olmayanın yokluğunu unutma fikrinin peşinden bir serüvene sürüklüyor. Bunu yaparken sinemanın da, yazma eyleminin de potansiyellerinden de kusursuz bir şekilde faydalanarak  – hem de bu kavramlar üzerine kafa yorarak – sadece son yılların değil, tüm zamanların en özgün sinema anlatılarından birine imza atıyor.
2. Roma
Bizden bambaşka bir coğrafyada bambaşka bir hayat yaşayan bir insanın kişisel anıları, her birimizin hatırlayışlarına nasıl dokunabilir, sorusunun cevabı Alfonso Cuarón’un Roma adlı filminde saklı. Ancak bu cevap arayıp bulabileceğiniz bir kelimeler bütünü değil, hislerin karmaşıklığında gizli, şüphesiz. Harflerin yetmeyeceği anlamlar barındırıyor Roma. Tıpkı hayatınızda spesifik bir dönemde dinlemiş olduğunuz şarkıyla yeniden karşılaştığınızda içinizde oluşan tuhaf hüznün ve heyecanın yarattığı bütünlüğün iki saatlik bir filme dönüşmesi gibi. Cuarón aslında en temelde boşanma aşamasında olan üst sınıf bir çiftin evinde yaşayan bir hizmetçinin hayatına giren bir erkekten hamile kalmasıyla baş etmeye çalıştığı problemleri konu alıyor. Ancak Roma sadece konunun açıklandığı bu cümleden o kadar fazlasını içeriyor ki, küçücük bir hikâyeye dair inanılmaz kapsayıcı bir bakış sunuyor. Bu bakışın içerisinde kaybolmak mümkün elbette ancak kaybolduğunuz her yerde daha da kıymetli detaylarla karşılaşabiliyor olmak Roma’nın en büyük başarısı.
1. You Were Never Really Here
Fragmanı yayınlandığından beri Taxi Driver ile birlikte anılan, Joaquin Phoenix’in karakteriyle bütünleştiği ve unutulmaz bir performansa imza attığı You Were Never Really Here, Afganistan ya da Irak ihtimalleri üzerinden fikir yürütebileceğimiz bir savaş gazisi olan Joe’nun travmatik çocukluğundan bugününe dek zihnine kazınan görüntülerin rahatsız edici dansının orta yerinde, hayata karşı hayatta kalmaya çalışmasını konu ediyor. Annesiyle farklı bir bağı olan, kendi çocukluğunu, kaçırılarak seks işçiliği yaptırılan senatörün kızını kurtarmak üzerinden onayabilecek gibi görünen Joe’nun gerçek ve zihnin karmaşası arasındaki yolculuğu; anomik bir karakterin, renkler, kurgu ve müzik aracılığıyla hissiyatı yoğunlaştırılan şiddetin anatomisini resmetmesinin fiziksel bir hâline dönüşüyor. Lineer yapıyı şiddetli darbelerle baltalayarak bambaşka bir dünya ortaya koymayı başaran kurgusunun yanı sıra, Jonny Greenwood’un filmin anlatı yapısına ve dinamiğine birebir oturan karakterin iç dünyasına dokunan müzikleriyle çok yönlü bir doyum sağlayan You Were Never Really Here Lynne Ramsay’in ürettikçe büyüyen ve büyüdükçe sarsan bir deha olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.

 

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve fisiltihaber.com.tr sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.